Hiç ara sıra otururken düşündünüz mü: bir duvara, bir boş sandalyeye ya da gecenin bir saati karanlıkta kendi kendinize konuştuğunuz anları? Cevap beklemeden, sadece içinizden bir şey taşıp da dışarı çıkmak zorunda kaldığında... Kimseye söyleyemediklerimizi, bazen en ilgisiz yerlere fısıldarız.
Bunun neden olduğunu ya da neden bazen insanlara bir şeyler anlatmadığınızı düşündünüz mü? Aslında bunun çok basit bir cevabı var. Çünkü boşluklar yargılamaz. Duvarlar lafını bölmez. Karanlık, sesimizi geri göndermez.
Bazen en büyük sırlarımızı ya da insanlara söyleyeceğimiz sırlarımızı bir merdiven altında, apartman boşluğunda, gecenin bir vakti balkona vuran sokak lambası eşliğinde ya da yağmurlu bir günde hava karamsarken gökyüzüne fısıldarız.
Bunun nedeninin bir konuyu anlatmak değil de, konu üzerinde nasihatler dinlemenin insanı daha çok yorması gibi geliyor bana. Çünkü, cansız şeylerle kurulan sohbetin asıl amacı anlatmak değil, duyulmamak istemektir.
Toplum, her sözün bir karşılık bulmasını bekler. Ama bazı kelimeler yalnızca var olmak için söylenir. Ne çözüm ister ne teselli. Sadece çıksın yeter. İçimizdeki yük, dışarıda bir yankı bulsun diye...
Ben, kimseye söyleyemediğim şeyleri duvarlara anlattım. Balkon korkuluklarına, gece yarısı boş mutfaklara. Bazen yastığa, bazen gömlek cebime. Ve fark ettim ki, bazı boşluklar bizi insanlardan daha iyi anlıyor.