Her sabah bir maraton başlıyor. Alarm çalıyor, aceleyle kalkıyoruz. Çoğu zaman kahvaltı bile yapmıyoruz. Bir yandan işe geç kalmamaya çalışırken diğer yandan aklımızda yapılacaklar listesi dönüp duruyor: Toplantı, rapor, telefon görüşmeleri, e-postalar… Mesai bitince gerçekten bitiyor mu peki?
Tabii ki de hayır asıl mesai iş çıkışı başlıyor hayatımızda. . Bu kez evin, ailenin, ilişkilerin, sosyal hayatın mesaisi başlıyor.
Son zamanlarda hiçbir yere yetişemiyoruz. Gün yine 24 saat yıl yine 365v gün ama bu sefer zaman yetmiyor. Önceden yavaş ve olağan şekilde akan hayatımız sanki son zamanlarda yarış pistindeymişiz gibi hissettiriyor insanı. Sanki günler artık 24 saat değil de 10 saatmiş gibi. Zaman gittikçe kısalıyor.
Yetişmelisin. Her şeye. İşine, arkadaşlarına, ailene, çocuklarına, sosyal medyaya, kendine bile… Ama en çok da başarılı görünmeye.
İlginç olan şu: Ne kadar çok şeye yetişmeye çalışırsak, kendimize o kadar az zaman kalıyor. Dinlenmek için, sıkılmak için ve en önemlisi de hayatı yaşamak için. Halbuki insan sıkıldığında düşünür, düşünebildiğinde nefes alır. Ama biz nefes almayı unuttuk.
Bazen şöyle düşünüyorum: Hayat bu kadar hızla geçip giderken, gerçekten yaşıyor muyuz? Yoksa sadece yapılacaklar listelerinin peşinden sürükleniyor muyuz?
Kabul edelim, hiçbirimize 24 saat yetmiyor. Ama belki sorun zamanın azlığında değil, hayatı nasıl önceliklendirdiğimizde. Belki de bazı şeyleri “yetişemeyeceğim” diyerek bilerek geride bırakmak, gerçek bir özgürlük.
Koşmayı bırakabilir miyiz? Belki. En azından bazen yavaşlamayı deneyebiliriz.