Her yaz aynı kabusu yaşıyoruz. Özellikle Ege Bölgesi başta olmak üzere, Türkiye’nin dört bir yanından yükselen siyah dumanlar, sadece ağaçları değil, içimizi de yakıyor.

Onca uyarıya, kampanyaya, yasağa rağmen...

Ablam semaverde çay demlemek ister, ormanı yakar.
Biri oğluna, diğeri babasına kızar, sinirini ormandan çıkarır.
Yastığında kene bulur, evini değil köyünü yakar.
Arıcılık yaparken tütsü yakacağım der, ormanı da yakar.

Ve sonra milyonlarca liralık zarar, kül olan hektarlarca yeşil, yok olan canlılar…
Ama en büyük kayıp, ekosistemdir.
Yıllarca büyüyen, gölgesiyle serinleten, kökleriyle su tutan orman; birkaç saatlik gaflet ya da ihanetle yok olur.

Devlet önlem almaz mı? Alıyor.
Yasak koyuyor, nöbet tutuyor, uyarı yapıyor.
Ama ne yapsın daha? Her ağacın başına bir polis ya da jandarma mı diksin?
İnsan niyeti bozuksa, cehaleti inatla sürdürüyor, yasağın anlamı kalmıyor.

Ve yetmezmiş gibi...
Bir de başka bir “yangın” var ki, o daha sinsice yakıyor bu ülkeyi:
Ormana villa yapmak için ateş yakanlar.
O araziye otel dikmek isteyen müteahhit kafaları.
Bunlara kasten orman yakanlar deniyor.
Hem ormanı, hem yasayı, hem vicdanı yakıyorlar.
Onlara tek sözüm var: Allah belanızı versin.

Orman, bu ülkenin ciğeridir, nefesidir.
Unutmayalım: Her ağaç, her yeşil dal; yalnızca doğanın değil, çocuklarımızın da geleceğidir. Onu korumak, hepimizin insanlık borcudur.