Bu böyle kimin gittiği? Sen dur ey!
Belki de ellerimiz mi? biraz ince, biraz da çok kelimeli!
Bu sanki niye durduğumuz mu?
Ay, pencere, göz! Siz git ey!
Kim bilir neyi saldığımız bu da, yalnızlığımız gel
Yırtıcı kuşları mı gözlerimizin, onlar mı bu sürüylen
Yoksa onlar mı işte seninle sevişme biçiminde
Oysa sevgimiz yerde, kara sevda sen uç ey!
Sen usul, ben yavaş, kime yaraşır bu sessizlik
Kim biner bu gemiye insandan kıyılar yapılırken
Yetmez mi dalgası vursundu azıcık gözlerimize
Gözlerin gözlerime, siz bak ey!
Su sen de olmasan insan çıldıracak mı
Hiç yoktan bir yerlere mi gidecek belki
Olsun neresi olursa, git karanlık ama git
Gecemizde duranı sen kal ey!
Benim bu çok elli, bu çok gözlü delişmen
Çok bildim sana yaraşır olmayı günlerce
Şunu sevdim, şuna özendim, şununla yetindim sonunda
Ben miyim şimdi nerede, ben çok ey!


İkinci yeni topluluğunun şairlerinden olan EDİP CANSEVER’i diğer şairlerden ayıran en önemli özelliği dize alışkanlığını kırmış olmasıdır.
Cemal Süreya, CANSEVER için yazdığı şiirinde şöyle anlatır arkadaşını;
Yeşil ipek gömleğinin yakası
Büyük zamana düşer.

Her şeyin fazlası zararlıdır ya,
Fazla şiirden öldü Edip Cansever.


 
“SERA OTELİ” isimli şiiri için Salah Birsel; bu şiir Cansever’in portresidir der.
I
Üç çiçekten birini sevdiriyorum yakama: Zakkum
Üç sokaktan birini seçiyorum kendime: Şunu
Üç alandan hangisini mi: İşte
Ve
Geçmiş mi, gelecek mi, şimdi mi
Diye bir 'dalıp gitme' tamamlarken ivmesini
Duyuveriyorum seslerini yakından
Oldukça yakından -ama belli belirsiz-
İşte zaman, diyordu üç yaşlı kavas
Üçü de bir ağızdan: İşte zaman
Bir park kanepesinde oturmuşlar da
Konuşup duruyorlardı aralarında. Sanki
Durgun bir öğle sonuymuş da ortaçağ
Şimdiki gibi
Azıcık bir vakit kalmışmış akşama.

Görüyordum bense
Duyumsuyordum da
Üç kavasın üç ayrı yüzünde
Üç yalnızlıktan her birini:

1. Yaşamı soruyordu kendine biri
Bir flavta eşliğinde bir başka flavta gibi.

2. Öyleydi, o idi, sanki
Gül içinde bir sümbülün iç çekişi.

3. Kim bilir kaç yaşında tanıdım onu
Sevdimdi tam otuzunda
Yitirdimdi on sekizinde bir genç kız iken
Şimdi belki yaşamadı hiç
Ya da
Bölündü bölündü bölündü
Denizlerden berkitilmiş bir deniz bıçağıyla

(1. Başındaki sarı gül eksik. Neden? Sarı gül yerin-
deyse kendisi nerde? Unutulmaya çizilmiş bir de-
sen miydi yoksa? Hayır, unutulmaya değil, başka-
lığa. Başkalık! kendini sorardı kendine hep, başıyla
bir şeyler çizerekten boşluğuna. (Ey gökyüzü neden
böylesin?) Flavta flavta flavta! Bir tını olsun yok
mu? Yok! Her şey kaçınılmaz bir ayrılıktı çümkü.
Her şey bir belirsizlik, bir yanıtsızlık, bir... Yani bir
avucumuz hep öteki avucumuzda. Öyle değil mi?
Öyle değil mi Sara?

2. Sümbüllerden bir vakit miydi, neydi. Yüzündeki
bir dakikayı masaya iliştirir, cibinlikli karyolasına
atardı herhangi bir saniyeyi. İsterse tutardı iki gaz
lambası arasında ve yansıtırdı günlerce bir hüznün
gittikçe ölen mavisini. Öyleydi. Bir dudak büküşüyle
aşkın doğasını ölçer ölçer ve üzünçler biriktirirdi.
Ve yetinmezdi. Buğulu bir cam imgesini eliyle siler
gibi yaparak ister ister isterdi. Haklıydı. Çünkü biz
iki ayrı kavimdik de sanki, sınırlarımıza gelince...
nedense bir bilinmezlikti...

3. Sahnede olsun; yanımda, karşımda olsun; geniş bir
alanın yüzlerce merdiveninden birine oturmuş ya da
öğle sıcağında bir terasta cin içiyorken olsun, sanki
bir yersizliğe sığınırdı boyuna. Ve bir devinim tersliğine
Makyajını mı tazeliyor, elinde bir fırça, evimizin bahçe
parmaklığını boyuyor olurdu bir yandan da.
Adım adım denize girer gibi giyinirdi ve hoşlanırdı
bundan ayrıca. Sırtını dönmüş, bir şeyler yazıyor
sanırdınız bir kâğıda -yazmazdı pek- bakardınız ki
sonra, kan içinde bir parmağı, ona dalmıştır yepyeni
bir olayın ayırdına varmışcasına. Hiç mi hiç, yatkın
değildi kusurluluğa da (işte en yalınından bir kemerle
renkli çoraplar ve simli ayakkabılar yan yana) . Ve ne-
dense bir zamansızlıktan gelirdi sanki, öperdi hafifçe
dudaklarımdan, dönerdi yeniden o zamansızlığa.
Yüzyılların tortusundan yaratılmış gibiydi. Yüzüyse
her çağa uygun bir yüzdü. İç çekişi ilkel bir gülüm-
semeyle kucaklaşırdı, ağlaması çok eski bir şarkıyla.
"Uzaklardan geldin, atını değiştirdin, yeniden uzak-
lara gittin, geceyi bir handa geçirdin, uyanınca baktın
ki yola çıktığın yerdesin," derdi. Ve derdi: Ayrılıklar
tanışmamış gibi olmanın gene de bir suretidir.
Ey suret! neden iki kişisin?)

II
Bilmem ki hangi yıldı. Karışık bir akşamüstüydü. Bir panayır ölüsünü andırıyordu kent. Kar yağıyordu sürekli. İçimize yağıyordu, dışımıza yağıyordu. Oysa bir otel odasında, odanın varlığına duruşlarımızı uydurmuş, bir 'uzak-yakınlığa' koşullanıyorduk. Karşımda duruyordun, hemen karşımda. Çok uzun bir yolculuktan yeni dönmüştün. Yani kendinin bir o kadar uzağına düşmekten.
 Saçlarınl
..........
..........

Edip Cansever