Şehirlerin de bir ‘karakteri’ vardır. Dışarıdan bakan biri, şehrin yetiştiriliş terbiyesi, adet-alışkanlıkları, yetenekleri, estetik zevklerine göre bir değerlendirme yapabilir.
Bu özellik, o şehrin binaların araziye yayılış biçiminden, mimari sanatından, çevre, tarih, doğayla ilişkilerinden, trafiğin akışından; yeşillik alanlarıyla ilgisinden, insani önceliklerinden, eğlence mekânlarının genel görünümünden, esnaf dükkânlarının vitrinlerinden; enstitü benzeri bilim kurumlarından, bulvarlarından, yaya kaldırımlarının renginden..- evet rengi bile önemli; bunu Kuzey ülkeleriyle Akdeniz ülkelerindeki farklılıklarından bile anlayabiliriz...-
Bu söylediklerimiz şehrin dış yüzeyidir; ama bir de şehrin gelenekten gelen samimiyeti vardır. Trafikte gereksiz korna çalmaktan tutun da açıkta satılan yiyecek mallarının kalitesine, dükkân temizliğinden, kaldırımlara akan pis sulara, ticaret adamlarının dürüstlüğünden, sivil toplum kuruluşlarına kadar gider bu iş…
Kısaca insanların birbirlerine karşı ‘ilgi’ ve ‘duyarlılık’ ölçüsü olarak göreceğimiz bu tür ayrıntılar ‘estetik zevk’ açısından da önemli ipuçları içerir…
Ancak bu duyguyu besleyen, yani şehrin ‘zihnine-ruhuna’ ilişkin bize fikir veren en önemli değerler, yani geleneğin maddi yapı taşları, tarihin içinden süzülen anıt eserler ve eski yapılardır.
Amerika’ nın Hürriyet ateşinin fişeklendiği Boston, Almanya’da Berlin, Hollanda da Amsterdam; Fransa, İtalya… Batı ülkelerine bakın pek çok eski yapının korunduğunu görürsünüz. Berlin’in müzeleri ne şahanedir; Avusturya ise zaten kendinden yankılanan çok sesli müziğin tınısını şehirlerinde, hatta kasabalarında fısıldar…
Litvanya’da da böyle, belgesellerde izliyoruz, Çek’lerin Prag’ında da böyle…. O ülkeler anıt eserleri koruyor.
Bir ev sahipliği ve geçmişe saygı bilinci var; her şey detaylarda bitiyor, mesela insanlar ev zemininde ahşap döşemeleri varsa, bunları söküp betona dönüştürmeye, geniş avluları yıkıp iki-üç oda sığdıracağım diye tadilat yapmaya çalışmıyor; bunu yapamaz, yasa ve komşuları izin vermez, Belediye hemen el koyar!...Kimse de faşist belediye, diye slogan atmaz!
Restorasyon ölçüleri o kadar kesindir ki kişisel çıkar ya da ideolojik maskaralıklarla yok insan hakları, demokrasi gibi ulvi ve vicdani kavramları taşra zihniyetinin ayak oyunlarına dönüştürmez.
Bu nedenle oralarda bazı yerlerde 1600’lü yıllara uzanan adresler hâlâ posta kutularında yer alır.
Şimdi de bize gelelim… Kendinize sorun, Yabancı birine bir yer tarif edeceksiniz; yürüyüş yolu üzerinden bir yerden bir yere giderken farklı bir estetik ifade eden ‘şunu göreceksin, bu karşına çıkacak’ diye adres verebiliyor musunuz?
Binalar birbirine benziyor; durak isimleri yok, kaldırımlar renksiz, dubalar kırık, taşlar yerinden oynuyor… Beton çıkmalar aykırı; vitrinler sönük, kirli bir garabetlilik!
İnsanlar bile birbirine selam vermiyor. Kılık kıyafet hırbo!.. Kaba saba bir yer.
Meydan yapma kültürü bile olmayan bir şehir kültürü!
Manisa’ ya gelince; biz ‘Şehzade Şehriyiz,’ diyoruz değil mi?.. Öyle deniyor. Öyle biliniyor.
İçimden öyle bir selam duruyorum ki anlatamam!!!..
Sadece ‘hadi canım sende’ diyorum.
Bu şehri ‘Şehzade’ yapan kimliği nerede?..Bu iş sadece lokmayla, sünnet düğününe katılmakla, mehteran bölüğüne yol açmak ve bu gösterilere mülki-idare amirleriyle siyasilerin gövde gösterisiyle göz boyamaya kalkmak yeterli değil.
Bir ara Mesir şenliklerinde deve geçiti yapmak bile moda olmuştu; hey Allah’ım.
Sorun şu;
Tarih bilincimiz yok.
Bu işin bir yönü… Diğer taraftan Vakıflar Müdürlüğü’ nün gereksiz diyebileceğimiz tasarrufları da var. Mesela değerlendirme raporlarıyla, çarşıda, merkez muhitte çirkinlik abidesi gibi duran bazı inşaatlara tarihi eser gözüyle bakıp bir şey yaptırmıyor…
Ya da bir karar verip ihale şartlarını sonradan değiştiren kararlara imza atıyor!
Beyazfil bunun bir örneği…
Ama bu tür şartnamelerin ihale geçtikten sonra değiştirildiğine çok şahit olduk.
Ya da başka örnek verelim, mesela eski ana doku korunup yeni mimarinin geliştirilmesiyle ilgili ‘estetik çözüm’ üretiminde de yeterince kafa yorulmuyor.
Mesela kuyumcular çarşısı civarında tarihi zemin yapılarının kuşak çekilerek, arka planda daha yüksek ve estetik ticaret –alışveriş merkezleri yapılamaz mı?...
İzmir’de örnekleri var… Çankaya moda çarşısında veya sahil yolunda bazı yerlerde eski yapıların ön cephesi restore edilip arka planda inşaat izni verilmiş. Bu Manisa’da neden düşünülemez?
Hadi restorasyon yaptın diyelim, yapının estetik dokusuna zarar veren eklentiler var; mesela çok basit bir örnek, Mevlevihane’ nin ön cephesi…
Veya bazı cami girişlerinde led yazıyla asılan levhalar var.
Bunlar olmamalı…
Başka bir örnek; bizim muhitin camisi, Sultan Camii… Restorasyon için bir zaman uzun süre kapalı kaldı; sonunda ibadete ve gezmeye açıldı…
Biz merakla bu kadar sene sonrasında herhalde güzel bir şey çıkacak diye beklerken, o da ne!?..
Cami çinkoları iyi oturtulmamış, şadırvanı bakımsız bırakılmış, dış avlu sıvası eften-püften yapılıp geçilmiş ve en önemlisi de, boya vurulmadan önce yüzey boşlukları kapatılmamış.
Bu nasıl bir onarımdır!...
Biz de bu cami için bilgi edinme yasası çerçevesinde durumu sorduk. Hangi işler yapıldı, madde madde yazın, restorasyon kalitesi ile ilgili bilirkişi raporunu verin, dedim…
 Gelen cevap yazısında, ‘ihaleye şartnamesinin tanzim yetkisi ve iş bitirme koşullarını belirleyen kurumların’ isimler yazılmış sadece.
Rakam var mı? Yok.
Yani bir güzel ‘haddimizi bildirdiler!’
Oysa inşaat kalite ölçütlerine uyum standartlarında kontrol yapılmışsa, sormak lazım, daha yeni restorasyon yapılmış bu camiinin dış cephesindeki oyuklar niye iyi kapatılmamış?
Pencerenin kapatıldığı bir duvarı hiç sormuyorum; eski halinde orada pencere varmış; bulamamışlar mı?
Kaydırı-kuppak işler!
Bu örnekleri neden veriyorum…
Bir kere,
Manisa’ nın tarihi ve ve estetik kimliğine ilişkin çevre ilişkileri üzerine bilinçli bir perspektifimiz var mı?... Bu konuda fikir üretebiliyor muyuz?
Yok.
Öte yandan, yeni imar hazırlıkları konusunda şehir estetiğine ilişkin bir vizyonumuz var mı?...
Bilmiyoruz. 
Mesela kentsel dönüşüm yasasındaki ‘garabet!’ nedeniyle aynı metrekarede daha yüksek bina izni veriyoruz değil mi; oysa arsa payı üzerinden inşaat izinlerini değil, ada parsel üzerinden bir mekânsal düzenleme anlayışının olması daha iyi olmaz mı?
Daha buna hazır değil miyiz?...
Tabii, inşaat şirketlerinin büyüklüğü buna yetmeyebilir; öte yandan vatandaşların onlara güveni de fazla olmayabilir.
İşte buna bir çözüm üretmek gerekmez mi?
Başka bir örnek AVM merkezleri…
Artık kimse esnafı kurtaracağım diye AVM’lerin şehir içinde kurulmasına karşıyım demesin; bu kadar yakınlarda ve pek çok yerde kurulduktan sonra esnafı kurtarmak şimdi mi aklınıza geldi, diye sorarlar...
Yeni bir ‘çarşı mekânları’ fikri geliştirmek lazım… Bunu kim yapacak?
Hiç olmazsa lobi yapması gereken teşekküller var; acaba bu ekonomik birlikler ile temsil ettikleri sahada, vizyoner bakışa ilişkin şehir-ticaret denkleminde getirecekleri fikirler var mı?
…Diye sorarlar!
Şimdi zurnanın zart dediği yere geldik.
Bu işleri bildiğini iddia eden kişiler, ya da kurumlar; eğer çağdaş ihtiyaçlar ile geleneksel yapının harmanlandığı, sağlıklı çevre koşullarının ve güzel bir yaşam alanının kurulduğu bir kent vizyonu etrafında buluşamıyorsa,
Veya ‘imar planlamasında’ siyasi rant veya kasaba kurnazlığı öne çıkıyorsa…
Bunların dışında, bir de bilim ve sanat değerleri göz ardı edilerek alt-yapı ve ‘proje’ şekilleniyorsa…
Hatta bu konularda uluslararası tecrübe ve büyüme modelleri tartışılmıyorsa… 
Uzatmayayım,
Konuyla ilgilenme durumunda olan, ya da halk adına bunları takip edebilme ‘cesareti’ gösterebilen kişilerden öneri ve plan-projeleri takip hususunda kolaylaştırıcı ve çağdaş uygulamalar gelmiyorsa…..
Bu işgüzarlık şehrin ‘karakterine’ siner!..