'Şeyini Şey Ettiğimin Şeyi'
Usta Tiyatrocu Nejat Uygur’un 90’ lardaki tiyatro oyununun adıydı 'Şeyini Şey Ettiğimin Şeyi!' Çok güzel bir piyesti. İşte o 'şey' günlük dilde artık her yerde!

Geçenlerde bizim bakkalın orada, kapıdan çıkarken yaşlı bir kadın önündeki kıza ‘merhaba, nasılsın kızım, annen nasıl,’ diyecek oldu…
Basit bir hal-hatır sorusu bu.
Kız sıkıldı, lafı eveledi-geveledi; ‘’eee..şey… şey...’’ Dudakları kasılıyor, omuzlar öne arkaya çekiyor. ‘’İyi... iyi...ee, şey; iyi yani.’’
Bu cevap, daha doğrusu kızın tavrı kadını kuşkulandırdı; biraz yürüdükten sonra heyecanla annesini aradı; neyse ki sağlığı yerinde, bir sorun yokmuş.
Ama gel gör ki basit bir soru karşısında dahi kızın kaprisi görülecek ‘şeydi!’
Bu ‘şey’ üzerinden sanki Nejat Uygur'un tiyatro oyununu seyrediyormuşum gibi geldi bana.
Hani bizim pişekar oyunlarımız var ya, genellikle yanlış anlaşılma üzerine kurulmuştur. Mesela bilgili ve bürokrat tavırlı kavuklu ile cahil ama kurnaz halk adamının konuşmaları şakalarla anlatılır...
Ancak bu konuşmalar genellikle atışmadır. Laf sokmadır; ‘tarafların’ diğerini kendi yanına çekme çabası ya da işini gördürme açısından politik bir strateji izleme yöntemidir.
Ya da komik düşürme, aşağılama çabasıdır.
Fakat orta oyunlarda esas olan ‘iletişimsizliktir’. Halk, oyunu seyrederken aslında yöneten ile yönetilen arasındaki sınıf farkının kendi hayatını –ve düzeni- zorlaştıran güçlükleri eleştirel bir gözle, hem neşelenerek hem de öğrenerek izler. 
Burada en önemli olan şey hiciv yeteneği, yani farklı üsluplar üzerinde komik olayların türetilmesidir.
Hiciv başka bir üsluptur; bir iletişim estetiğidir.
Bir örnek verelim:
İngiltere’ nin efsanevî Başbakanlarından Churchill’in İşçi Partili bir kadın milletvekiliyle atışması vardır. Hanımefendi pek güzel sayılmazmış…
Başbakan siyasi bir tartışmada kendisini eleştiren kadına bir ara öyle öfkelenmiş ki, ‘Hanımefendi, eğer karım olsaydınız kahvenizin içine zehir atardım,’ demiş.
Milletvekili de hazırcevap: ‘’Ben de karınız olmaktansa o kahveyi içerdim,’’ diyerek lafı yapıştırmış.
Bakın nasıl nükte ve hiciv dolu bir konuşma.
İşte konuşmanın dil estetiğidi buradadır; sözcükleri kullanma kıvraklığımız, en önemlisi de kavram hazinesimizdir. Bizler bu tarz konuşmalardan hayatımıza ‘anlam’ 'şeyi..' pardon, anlam zenginliği katarız.
Bak yine aklıma geliyor, günlük dilde ikide bir kulağa çarpıyor artık kendimi tutamayacağım...'Şeyini şey ettiğimin şeyi!'
Ama millet anlıyor hangi şey'den söz ettiğimi; 'aman ağabey açık-açık söyleme,' diye uyardıklarına göre herkes 'şeyi' biliyor! 
Hayret bir 'şey'; bu kelime üzerinden her kalıba, her nesneye, her kişiye, her anlama uygun bir esneklik var.
Mesela ‘Şey bir adam’, dedin mi, bir niyet okuma söz konusu; acaba düzgün bir karakter mi demek istediği, yoksa namussuz biri mi?…
Adres verecek, bir yeri işaret edecek, konuşuyor:
‘Şurası… Şeyin yanı; bitişindeki o şey var ya.’
Ya da bir konudan söz ediliyor:
‘Şeyi şöyle yaptım; şey işte…’
‘İyi de ne yaptın?!'
Yine de anlaşıyoruz değil mi?... Tıpkı cep telefonlarından gönderilen şekil ve kısa mesajlarda şifreler kullanıyoruz ya öyle bir 'şey; yani bu tür konuşmalarda dil ve iletişimin sınırı zorlansa da karşılıklı ortak bir algılama söz konusuysa sorun yok.
Ama durum bu kadarla kalmıyor; artık ‘davranış bozuklukları’ ortaya çıkmaya başladı…
‘İyi’ diyecek ‘acayip’ kelimesini kullanıyor; pil alacak, ‘hani televizyon kumandasında kullanıyoruz ya,’ diyerek tarif veriyor; yemek diyecek, ‘şundan’ diye işaret ediyor;
‘Güzel’ diyecek felaket diyor; kent kart dolduracak, ‘dolmuşlarda geçiyor mu’ diye soruyor. ‘’Aynen… Geri zekalı…’’ kelimeleri de artık ulu orta kullanılıyor.
Bu insanların kafalarında nasıl bir kavramsallaştırma varsa, dünyayı fantezilerinden ibaret sanıyor ve ‘özel bir dil’ geliştiriyorlar;
Bu 'uslüp' aslında yabancılaşma ve haz'cılık duygusunun abartısının bir sonucu gibi geliyor bana.
Kendini ifade edememek duygusunun temelinde gerçeğe yabancılaşma, hayatı anlayamama; doğal bir lükse layıkken sıradan olmaya mecbur bırakılmış bir buhranın dışa vurumu var sanki.
Modernizmin getirdiği en büyük sorunlardan biri bu, hayatın fikirle, emekle yoğrulan mücadelesini hor gören bir 'üst kabul' var.
Pişekâr oyunu izler gibiyiz; ancak bu kez durum acıklı; bugünlerde öyle bir şey’e dönüştük ki;
Kavramsallaştırmaların karşılığı bir türlü akla gelmiyor, kelime imgelerini, sözcüklerin kullanım sahalarını; dil kurgusu içindeki kavrayış biçimini, tanımların tarihi değerlerini, deyimler içindeki yerlerini, o deyimlerin toplumun geçmiş deneyimlerindeki çıkarsamalarını önemsemiyoruz.
Sen önemsemezsen, ben önemsemezsem ne olur?…
'Şeyini şeyi ettiğimin şeyi' olur çıkarsın!'