Deprem, yalnızca binaları, yolları ve şehirleri yerle bir etmez. Aynı zamanda insanların umutlarını, güven duygularını ve geleceğe dair inançlarını da sarsar. Türkiye gibi deprem kuşağında yer alan bir ülkede, afetlere yalnızca mühendislik açısından değil, toplumsal ve psikolojik boyutlarıyla da bakmak zorundayız.

Depremlerin ardından hepimiz bir şekilde sarsıldık. Kimi sevdiklerini kaybetti, kimi evini… Ama hepimiz ortak bir travmanın tanığı olduk. Televizyonda gördüğümüz enkaz görüntüleri, sosyal medyada yayılan yardım çığlıkları, çaresizlik duygusu… Bunlar hafızamıza kazındı. Ve zamanla yerini sessiz bir yorgunluğa, bitmeyen bir kaygıya bıraktı.

Bugün afet bölgelerinde yalnızca fiziksel yaralar değil, görünmeyen ama bir o kadar derin olan psikolojik yaralar da var. Uyuyamayan çocuklar, gece hâlâ artçı bekleyen yetişkinler, sürekli tetikte yaşayan aileler… Bu insanlar yalnızca ev değil, iç huzurlarını da kaybettiler.

İlk olarak, depremi sadece bir kriz anı olarak değil, uzun vadeli bir psikososyal süreç olarak ele almalıyız. Travma dediğimiz şey zamanla silinip gitmez; işlenmediğinde kökleşir. O yüzden psikologlara, sosyal hizmet uzmanlarına, gönüllülere çok iş düşüyor. Ama sadece onlara değil; bize, yani toplumun her bir ferdine de.

Çocuklara uygun destek programları, yetişkinlere grup terapileri, toplum merkezlerinde güvenli paylaşım alanları… Bunlar, travmayı anlatmanın ve anlamlandırmanın yolları. Ayrıca, yerel yönetimlerin afet sonrası psikolojik destek ekiplerini kalıcı hale getirmesi artık bir lüks değil, bir zorunluluk.

Ve en önemlisi, dayanışmayı diri tutmalıyız. Depremin ilk günlerinde nasıl bir araya geldiysek, şimdi de o ruhu sürdürmeliyiz. Çünkü bir toplumun gerçek iyileşmesi, yalnızca binaların ayağa kalkmasıyla değil, insanların birbirine yeniden güvenebilmesiyle mümkündür.

Unutmayalım:
Depremler hayatın bir gerçeği olabilir. Ama travmanın kaderimiz olması gerekmiyor.