Beş-altı yıl önceydi. Marinası olan kıyıda şöyle bir dolaşmaya çıktım. Bir gemide halatları kendine çeken bir yaşlı adam ve içeride hanımı vardı; yabancı bayraklı bir kotraydı. Sahilde yürürken yat limanının içine girivermişim; ardından kitap-müzik albümleri satan dükkânda buldum kendimi. İçeride yayın bolluğu var, hangi tarz kitap ya da müzik türünden hoşlanıyorsanız ona hitap ediyor; ben de müzik dolaplarının arasında Batı Klasiklerinin bulunduğu rafı karıştırıyordum. -Tatil psikolojisi bu; aslında pek anlamam.-

Az sonra, sahilde teknesinin içinde gördüğüm adam karısıyla birlikte gelip biraz ötemde durdu. Ben Türk Musikisi eserlerinin klasik örneklerinin satıldığı bölümün hemen yanındaydım. Kaptanımız cd’leri karıştırırken albümleri sanki tek tek biliyormuşçasına parmaklarıyla geriye ittiriyor ve bu arada yanındakine de bir şeyler söylüyordu.

Nihayet 17. Yüzyıl büyük Türk Bestekârı Itri ‘ yi bulup çekti!... Itri!... Büyük bir usta, sanaatkâr.

Itri’ yi dinlediğinizde makamların sanki matematik tonlamalarla besteyi süslediğini hissedersiniz. Onun müziğinde nasıl bir duruluk-tınlama, yoğunlaşma, geçişler var ki, anlatılmaz bir şey. Mesela mevlitlerde okunan ilahilerin bazılarında onun imzası var, din musikisinde zaten yeri apayrı, hatta bayram namazlarında okunan Segâh Tekbiri’ nde onun notaları çınlıyor kubbelerde; Segâh Salat-ı Ümmiye, Gece Salası… Bunlar ve niceleri bütün İslam dünyasında meşhur!

Aslında ‘yabancı’ birinin Itri’ yi seçmesinde bir gariplik yok; bu müzik dehasını dinleyerek kulağının pasını silmek veya bambaşka âlemlerin tınılarını hissetmek büyük bir zevk olsa gerek… Ama sorun galiba ‘yaban ile yabancıyı’ birbirinden ayıramamaktan kaynaklanan cahilliğimizden geçiyor;

Neyse, mesele bu değil; ne diyordum, Doğu-Batı kültürlerinde aslında din müziklerindeki ritim duygusunun manası aynı;

Anlatalım:

Pisagor’u bilir misiniz?

Pisagor, M.Ö 570-M.Ö 495 yılları arasında yaşamış bir filozoftur. Yani bugünden yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce…

Filozof deyince, bu insanlar işlemleri sağlama yapmadan, doğrulamadan; artısını eksisini, önü arkasını tam hesaplamadan adım atmaz! Bunun için adlarına ‘Filozof’ derler ve ilginçtir, tarihte kendisine bu adı takan İLK felsefecidir… İşte bu adam Müziği de evren gibi tam bir matematiksel kusursuzluk üzerine kurulu olarak düşünmüştür. Buna göre notalar arasındaki aralıklar, bu kusursuzluğun simgesidir.

Bu konuda bir örnek vereyim:

Radyo sinyalleri nasıl bulundu dersiniz?.. Hani dünyanın dört bir bucağından; fm kanallarından yüzlerce dil ve şehir isimleriyle vericilerin buluştuğu yayınlar nasıl yapılıyor?

Kısadan söyleyelim,

Heinrich Hertz isimli bir mucit, ses tınılarını-perdelerini ayırarak radyo dalgalarını bulmayı akıl etmiş.

Esinlendiği müzik aleti de keman'mış!... Tellerin titreşimlerini taklit ederek sinyal frekanslarını bulmuş.

Müzik ile bilimin müthiş buluşması değil midir bu?

Peki ya ‘bilim’ aradan çıkınca, müzik ile sayıların kutsal bağlantısının bir mutluluk olmaktan çıkıp, aksine bir baskı aracı haline geldiğini düşünür müydünüz?

Bir dönem Batı’da Kilise’ de, akordu bozuk notaların çalınması ‘şeytan işi’ diye nitelenmiş.

(Buna “musica ficta” demişler; hatta komik gelebilir, bir örnek verelim ‘do’ ile ‘fa’ yani notaların –diyezin birlikteliği kilise müziklerinde hatta tüm müziklerde kullanılması bir dönem için yasaklandı.)

Tabii bu konuda da, başta söylediğimiz Pisagor Abi’ nin ‘kusursuzluk’ temasından esinlenmişler.

Peki aynı dönemlerde İslam dünyasında müzik nasıldı?

Size söyleyeyim, müzik pınardan coşan su gibi pırıl pırıl ruhlara akıyormuş… Sadece huzur isteyen gönüllere değil; kafası karışık olan insanları da yatıştırıcı bir özellikle kullanıldığından günlük hayatımızın içinde, özel bir konuma sahipmiş.

Biliyorsunuz, akıl hastanelerinde bir dönem müzikle tedavi bile yapılırmış.

Müzik deyince bizim musikimiz içinde NEY kültürümüzün çok çok özel bir yeri olduğunu biliyoruz. Ney çalgısının, NEFES ile bütünselliğini; erdemlilik yolunda hamlık-pişmişlik konusundaki tasavvufî yaklaşımları dikkate değer.

Ama toparlamak gerekirse, kusursuz aralıklarla ‘tam armoni’ yaratmak nasıl ilahi bir erdem sayılıyorsa; bu armoniyi kıran-bölen ya da parçalayan sesler neredeyse şeytan işi sayılıyormuş…

‘Şeytan tanrının yarattığı kusursuz evreni bozmak üzere yeryüzüne inmişti!’

Şimdi;

Buraya kadar anlattıklarımızı tam da romanın merkezine yerleştiren bir kitaptan söz edeceğiz;

…adı, ‘SUSKUNLAR’

Yazarı İhsan Oktar Anar.

Aslında bu kitabı size, masallaştırarak anlatmak istemiştim ama kahramanları, olay örgüsü ve dil zenginliği o kadar iyi, o kadar müthiş ki, sadece ‘giriş’ bölümünü, masallaştırmayı becerebildiğim kadarıyla yazacağım:

-Bu konuda yazarın izni alınmamıştır; ama Suskunlar kitabına merak duygusunu daha da kamçılayabilir ve okumanızı sağlarsak, sanırım bizi affedebilir.-

MASAL:

Bir varmış bir yokmuş,

Zaman zamanda iken, kalbur kazanda iken,/ Deve tellal, katır hamal, ben aksakallı pir iken,

Babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken…

Diyelim ve başlayalım anlatmaya:

Suskunlar edebi sahifesinin mütefekkiri, Anar namlı İhsan Oktay terennüm ederken duymuştum; (İhsan Oktay Anar-Suskunlar kitabı; iletişim yayınları-2009)

Başlangıçta sükut var imiş… Heryer karanlık imiş… Ve yaradan Yegâh makamında terennüm eylemiş… Ve bu ışıltılı nağme ile etraf nûr olmuş, ve nağme boşlukta yankılanıp geri dönmüş… İnsan doğanın tümüne yayılan kusursuzluktan yayılan ritmi dinlemek için ruhunu nefes’e açmış…

(Anar, romanın, kişilerin, mekânların ve olayların yaratıcısı olarak 'Yegâh' bölümüyle başlamış hikâyesini anlatmaya...

YEGÂH yaratılışın birinci günüdür ikincisi Dügâh; üçüncüsü Segâh; -yukarıda Itri’den örnek vererek dini müziklerdeki ilahileri, Salat’ları, tekbirleri, anlatmıştık… -

Dördüncüsü Çârgâh; beşincisi Pençgâh; altıncısı Şeşgâh ve yedinci gün ise Heftgâh’dır…

Heftgâh makamının niseb-i şerife sayısı da yedidir. Yedi sayısı, Suskunlar’da çok önemli bir simgeye dönüşür ve roman yedi günlük yaratış evresine uygun olarak Yegâh makamıyla başlar….)

Ne demiştik, ‘Başlangıçta sükût var idi. Ve her yer karanlık idi. Ve Yaradan Yegâh makamında terennüm eyledi.

Ama şeytan, Tanrının yarattığı bu kusursuz evrende sanatsal kusursuzlukları bozarak nefsi alet etmek istedi…

Kusursuz ulvi ahenk arasında cızırtı çıkardı...

Ademoğlu ise gerçeği görmek, gördüğünü işitmek ve duyduklarıyla sağırlaşıp susmak istedi...

İsabetle kaydedilir ki ‘kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür; (Mevlâna’dan…) musiki aşkı da, insana üflenen nefesin sesiymiş;

Hatta sesin değil de, aslında sessizliğin bir taklidiymiş!

-Hikayeyi kitaptan okuyun derim...-