Birkaç gün önce, evimin kütüphanesinde gezinirken, parmaklarımın ucuna, Kahraman Yusufoğlu’nun kaleme aldığı; Sofra Sırları İsimli; ATATÜRK’TEN HATIRALAR-1 kitabı takıldı.
Daha önce okumuş olmama rağmen, içimden bir ses, al yeniden göz at diye fısıldıyordu. Kıramadım iç sesimi ve Ata’nın sofra sırlarını yeniden okumaya başladım.
Daha önce, Atatürk’ün eşi Latife Hanım’ı okuduğumda da, sofrada ne olup bittiğini, niçin Sabahlara kadar devam ettiğini okumuş, Cumhuriyetin kolay kurulmadığına, tanıklık etmiştim.
Sofra sırlarını gözden geçirirken, bir kere daha gördüm ki, cumhuriyetin kuruluş yıllarında; bir çok insanımızın, hiç duymadığı, işitmediği kıssadan hisse alınacak canlı hikayeler yaşanmış.
İşte bugün Atatürk’le Halil Ağa arasında, yaşanan bir hikâyeyi paylaşmak istiyorum. Üşenmez hikayeyi okursanız, Atatürk’ün “Köyü Milletin Efendisi” sözünün temeline şahitlik edecek, Mustafa Kemal Atatürk’ün Liderliği önünde bir kere daha şapka çıkartıp; hayranlığınızı tazeleyeceksiniz.
Hadi, sözü daha çok uzatmadan kısa keselim, söz aydın havası olurken biz birlikte Atatürk ile Halil Ağa hikâyesine bir göz atalım.
“Atatürk köşkten sıkılır ve Nuri Conker’ e Gel yardım et bana Nuri… Kaçalım köşkten… Onun bu içtenlikli isteğine karşı çıkmak, büyük haksızlık olacaktı. Tamam, sen planı hazırla, ben uygulamasını yaparım… Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü ‘ nün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten kaçtılar.
Altlarında, Nuri Conker’ in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece’ ye doğru gidiyorlardı.
Birden Atatürk’ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Sapanının sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.

                                                        
Atatürk şoföre durmasını söyledi.
Köylüye seslendi:
“Kolay gelsin Ağa!”
“İşler nasıl? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?”
Köylü isteksiz konuştu:
“Tanrı’nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi!”
“Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?”
“Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.”
“Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin…”
Köylü güldü:
“Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?”
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
“Kaymakam’a gitseydin.”
Köylü iyice güldü.
“Sen de benle gönül mü eyleyon beyim!” dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü.
“E peki, İstanbul şuracıkta, geleydin Vali’ye anlataydın derdini… O’nun işi bu değil mi?”
Köylü Atatürk’ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz.
Kestirip attı:
“Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?”
Atatürk sordu:
“Adın ne senin Ağa?”
“Halil… Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler…”
“Demek varlıklısın, Ağa dediklerine göre!”
“Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız Ağa’ya çıkmış.”
“Peki, Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi Kaymakam şöyle, Vali öyle diyelim, e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?”
“Bilmez olur muyum, beyim?”
“Tamam, öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya Köşkü’ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona… Herhalde çaresini bulurdu.”
“Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya… Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa’mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni…”
Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.
“Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!”
Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.
“Sen ne diyorsun bey?” dedi.
“Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek… Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek!”
“Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir
vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma, ara!”
Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.
“Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba’ya borçtur. Ödenmesi gerek… Otomobil hareket etti. Atatürk’ün canı sıkılmıştı.
“Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!” dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı.
“Yahu çocuk, şu Halil Ağa’nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hâlâ da ‘Devlet Baba’ diyor. Ne mübarek millet, bu millet!”
Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
“Şimdi” dedi: “İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!
Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa’yı bul, onlara da haber ver.”
Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker’e döndü:
“Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa’ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. ‘Seni sevdi, sana öküz alıverecek’ diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya.”
O akşam Atatürk’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’dan oluşan yirmi beş konuk vardı.
Atatürk, “Bu akşam soframıza efendimiz gelecek” dedi.
Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk’ün kulağına bir şeyler söyledi.
Atatürk “Buyursun!” dedi.
Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa’nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu, “Hoş geldin Halil Ağa” diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:
“İşte beklediğimiz, Efendimiz” dedi.
Halil Ağa’ya döndü:
“Bak beri, Halil Ağa” dedi. “Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:
‘Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?”
Soru – cevap Vali’ye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
“Peki İstanbul şuracıkta, gideydin Vali’ye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?”
Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa’nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
“Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki…”
“Olmadı bu, Halil Ağa… Bana dediğin gibi, dosdoğru…”
“Böyle demedik mi beyim?”
“Ya, ben mi yanlış anladım? Dur soralım bakalım Nuri’ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?”
Nuri Conker karşılık verdi. “Hayır Paşam!”
“Gördün mü? Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, Vali neden duymazmış? Aynen bana söylediğin gibi söyle.”
Halil Ağa kekeleyerek konuştu:
“Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam” dedi. “Kusura kalma gayri…”
Atatürk gülmeye başladı:
“Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa… Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız… Söyle bana, orada dediğin gibi…”
Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:
“Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla ‘Bırak bu sağarı’ diye bir laf kaçırmışım…”
Sofrada gülüşmeler başlamıştı.
“Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:
“E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?”
Halil Ağa İsmet Paşa’nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:
“Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün…”
Atatürk Halil Ağa’yı durdurdu.
“Bırak şimdi övgüleri” dedi.
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:
Atatürk’ün sesi iyice sertleşti:
“Beni uğraştırma, Halil Ağa” dedi. “Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!”
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
“Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya…”
“Yalnız sağar değil, ‘sağarın sağarı’ değil miydi?”
Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:
“Öyle dedikti paşam, doğrusun!” diyebildi.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.
“Son soruyu sorayım şimdi” dedi. “Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git.”
“Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?”
“Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim! Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler.”
“Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.” Halil Ağa birden diklendi!
Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk’ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu.
“İşte bunu demem Paşam” dedi. “Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!”
Atatürk gülmeye başladı:
“Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor.” dedi. “Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. ‘Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek’ demiştin.” Halil Ağa’nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
“‘Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri’ demeye getirdin!
“Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa… Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet… Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler.
Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe‘ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi’ne…
Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da ‘hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok’ derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!
Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa’nın öküzünü çeker, satar… Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda…
Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa… Sen benim yerimde olsan, efkâr dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin?
Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana ‘sarhoş’ der…”
Halil Ağa’nın dili çözülmüştü:
“Öyle diyen yok haşa! Dinden çıkmak gibidir… Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer…”
Atatürk sordu:
“Peki sen de içer misin?”
“Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam? İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!”
Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağa’ya uzattı:
“Hadi bakalım Halil Ağa” dedi. “Sağlığına içelim.”
“Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun! Gayri bana izin, koca Paşam!”
“Yemek yemedin!”
“Yemek kolay… Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim.”
Atatürk Nuri Conker’e işaret etti.
Conker kalkıp Halil Ağa’nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk’ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:
“Efendimizin halini gördünüz mü beyler?” dedi. “Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu… Şimdi bu adam milletin karşısında ‘adam olmak,’ bize düşüyor!”


Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk’ten ayıramıyordu:
“Halil Ağa’nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa’nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız… Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu?
Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir?
Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor?
Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!”
Bu hikâyeyi okuyan, hanımefendiler, beyefendiler, genç kızlar, delikanlılar ya da yetişkinler; lütfen baş tarafa dönelim bir kere daha okuyalım. Okuyalım ki devlet adamı nasıl olurmuş, ya da olması gerekirmiş; beynimizin bir köşesine yazalım.
Sonra bu gün Mustafa Kemal Atatürk’ü niçin unutturmak istiyorlar, Atatürk’e neden kin besliyorlar, bu hikayenin gölgesinde o nefreti değerlendirelim.
Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ün temelini attığı Türkiye Cumhuriyetinin temeli niçin bu kadar sağlam, iç ve dış düşmanların el birliğiyle yıkmak istemesine rağmen; dimdik ayakta kalışına ve duruşuna hayret etmek yerine, sebebini görelim.
Okuduğunuz yaşanmış gerçek bir hikâye! Bu hikâyenin anlattıkları ise günümüzle mukayese edilip, ders alınması ve kıssadan hisse çıkartılması gereken yakın tarih.
Türkiye’nin, içinde bulunduğu sarmaldan çıkmasının bir tek yolu var! Türkiye Cumhuriyeti kuruluş ayarlarına acilen geri dönmeli…
Dönmezse bilelim ki asla beka sorunumuz son bulmayacak. Asla emperyalistlerin oynadığı ayrıştırma tiyatrosu sahneden hiç inmeyecek. Ve Tiyatronun baş rolünde oynayanlar “yerli ve milli” söylemleriyle temelin altını kazma ve oyma eylemi kahramanlık kisvesi altında oynanmaya devam edilecek.

                                                                       Eşek ve Öküzün Hikayesi | BilgeBilir.Com ~ Dijital Kütüphane