Sabah gözümüzü açtığımız an telefona uzanıyoruz. Belki bir mesaj, belki bir e-posta, belki de sadece alışkanlık… Göz kapaklarımız hâlâ tam açılmamışken ekranı kaydırıyoruz. Bildirimler yağmur gibi. Bir uygulama yeni bir özellik eklemiş, bir başkası güncelleme istemiş. Haber uygulamaları “son dakika” diye bağırıyor; sanki biz görmeden dünya eksik kalacak.

Bu sürekli bildirim hali, fark etmeden zihnimizi parçalayarak dikkat süremizi yok ediyor. Bir konunun içinde uzun süre kalamıyoruz. Okuduğumuz yazıyı yarım bırakıyor, konuşmaların içinde bir anda kayboluyoruz. Beynimiz sürekli “başka bir şey var mı” diye tarama yapıyor. Bu, sadece zamanımızı değil, derinleşme kapasitemizi de elimizden alıyor.

İçine doğduğumuz bu dijital çağda, artık kendimizle baş başa kalmak neredeyse lüks. Sessizlik bir boşluk gibi geliyor. Hemen bir video açıyoruz, bir podcast başlatıyoruz ya da sosyal medyada gezinmeye koyuluyoruz. Çünkü durmak, düşünmek ve sadece “olmak” artık garip geliyor. Ama belki de en çok ihtiyacımız olan şey bu: sessizlikte kalabilmek, bildirimleri bir süreliğine susturmak ve sadece nefes alabilmek.

Bazen en iyi bildirim, hiçbir bildirim olmamasıdır.