Sanayileşmenin başında insan, bedeniyle ve zihniyle oynanmamış ruhu olan bir varlıktı. Belirli bir ahlaksal süzgeçten geçen ve hayal gücü olan insan vardı. İnsanın sınırı hayal gücünün gidebildiği yere kadardı. İnsanın tanrıdan aldığı bir ruhu vardı. Ve ruhu ile birçok eşyaya ve yaptığı işe ruhunu veya duygusunu verebiliyordu. Toprakla uğraşan, eşyaya şekil estetik veren insandan, yapay zekanın esir aldığı toplumsal yığınlar kaldı geriye. Düşünemeyen, sorgulamayan ve en önemlisi hissedemeyen insancıklar…. İnsan olma öznesini yitirmiş yığınlar. Şimdi ne yapacağız nasıl geriye döndüreceğiz bu süreci bilmiyoruz. Herkesin bir sanatla uğraştığı yıllardan, teknoloji ve üretimin sadece belirli bir zümrenin elinde olduğu yeni bir çağ. İnsan makineleştikçe sıradanlaşmaya sıradanlaştıkça yok olmaya doğru gidiyor. Kadınları, adamları ve çocukları birbirine benzeten ve onları sıradanlaştıran insanlığın binlerce yıldır edindiği kazanımlarını ve biriktirdiklerini dinamitlerle patlatan küresel sistemle karşı karışayız on yıllardır. Her yer bir kaos, her yer keşmekeş. Ademoğulları tarihin hiçbir döneminde bu kadar umutsuz ve çaresiz kalmamıştı. Mafyalaşan şirketler ve para finansörleri tarafından insan özne olmaktan çıkarılıp birer metaya dönüştürüldü. Duyguları ellerindeki telefonla sistem tarafından kontrol edilebilen basit bir makineydi artık Âdem oğulları. Ruhu olan insandan hazları için yaşayan yaratıklara dönüşüyoruz; bir yok oluş sürecindeyiz. Maymundan gelmedik ama estetize edilmiş bir maymuna doğru yokuş aşağı gitmekteyiz. Fesleğen kokusu veyahut da ay ışığı heyecan uyandırmıyor artık Âdem oğulların da. Yani kısaca insan ruhuna sistematik olarak saldırılan bir dönemdeyiz. İnsan bu süreçte yalnız, çıplak ve korumasız. Ruhumuz öldürülüyor fakat hiçbir şey yapamıyoruz. Galiba tanrının yardımı olmadan ruhumuzu geri alamayacağız.